Bombay’de beni eski kitapçılara çeken şey okuyacak yeni ve ilginç bir metin bulma umudu değil; bir zamanlar bu umudu benim gibi duymuş olan yorgun insanlarla özdeşleşme isteği...
Batı’dan, İngiltere’den gelmiş ve pek çok evin baş köşesinde yer tutmuş bu kitaplar, o insanlar da bu dünyadan çekip gidince, daha da
kötüsü, çocukları meteliksiz kalınca bu kitapçıya gelmişler.
Eski İstanbul’dan çok iyi tanıdığım bir toz ve küf kokusu; toz ve küfün ima ettiği şeylerin, tam tersini, hatırlatıyor bana. Okuyarak daha iyi, daha derin, daha akıllı bir insan olabiliriz belki!
Kitaplardaki bu sihirli gücü fark etmiş saygılı biri, bu eski şeyleri dikkatle sınıflamış, kendine göre takımlara ayırmış, desteleri özenle birbirine bağlamış ve onları bir müzede sergiler gibi dükkânının raflarına yanlamasına dizmiş.
Tuhaf bir utançla, suç işler gibi, raflar arasında geziniyor, eskiden “üçüncü dünya” denen âlemde, Batı’dan gelen kitapları okumanın, onlara sahip olmanın çağrıştırdığı duyguları bir bir hatırlıyorum: Öfke ve umut. Mutsuz şimdiyle, masalsı gelecek.
Ve bütün bunları kalbinde taşımanın verdiği gurur. Dışardaki ölümsüz güneşe çıkmadan önce raflar arasında biraz daha eşeleneyim ve ayıp olmasın diye bir tane de kitap alayım. Paramı öderken kitaplar kadar solgun kitapçıyla göz göze gelince içimdeki Asyalının beni hayata bağladığını bir kere daha anlıyorum.